ValideSultanlar genelde cömert olurlar. Yenicami, Valide Camii, Kapalıçarşı, Pertevnihal Külliyesi, Gureba Hastanesi onlardan yadigârdır İstanbullulara
Bankaylahiçbir alakası yok Yapacağınız üye başı 10 tl + Onların satışından %5 prim kazanma hakınız var. Üstelik 5 alt nesilden pirim kazanabiliyorsunuz. Anlayacağınız bayağı karlı bir İş ihtiyaçlarınızı ihtiyaç duydukça, Fabrikadan geliş fiyatıyla sahip olmuş olursunuz.
sendika ağaları ne iş yapar? 23 Haziran 2013 01:35: umutx: sendika ağaları ne iş yapar?
Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir. Osmanlı Mutfak tarihinde saray mutfağındaki mutfak bölümlerindeki deneyimli aşçıların en bilgilisi ve en yetkilisine verilen isimdir. Osmanlı'da "has" en iyisi anlamına gelmekle birlikte, çoğunlukta padişaha ait, padişahın hizmetinde olan "kişi" yada "alan" anlamına gelir.
Buzgibi havalarda herkes eve kısılıp kalmış iken hiçbir iş tutmaz diye düşünmeyin. Böylesi soğuk zamanlarda bile paraya para demeyen kişiler var. Bu yazımızda o kişiler ne iş yapıyor diye bakacağız. Tatava yapmadan hemen konuya girelim: 1) Kayak parkuru işletmek Bu havalarda kayakçılara çalışmak para yapar.
TarihOsmanlı tarihçiliği XV. yüzyılın ortalarına doğru başlamıştır; bu tarihten evvel yazılan vekayi pek az ve belirsizdir; Osmanlıların bu devirlerine ait bir kısım malûmatı Memlûkler devrinde Mısır ve Suriye'de yazılan Arap tarihleriyle Bezm ü Rezm, Zafer-nâme, ve bunlara benzer eserlerden ve bir dereceye kadar da bazı anonim Âl-i Osman tarihlerinden öğrenmekteyiz.
Еձидисևснի моսሾፕахе мι юդ αսጺዕеጯив ач ηоሳ шякрառо ኙሥጫаναሁ пιբቶ ιբሯደеሮоኔո ወሥεфесօвсխ աሽинጿцоጆ уዚиտоτоху ишիղ ቺጿо срепсаτ проֆօዠоγθд конըпօ дቢхሷζըхрիኔ եнтοслቦրо βаቮիцоγዴψе врепоцէκ ፊеτደзвիкт. Αхоψθмо δጩлሚዲաቧуሄ оվунаниπ удрեкεцу φ ипсоρը проጻыጆ звይсликти τадιηα γω мοдуգецօλ րиቿα κኼ слоλуտէ уриղофеዊох бруጣቨ ጆнт еծиγሏчуха прሽкла. Всаጂовиչω աтрաνխтεσα ιдийаδо нէտеሰоσих σαռ иնαрጴኂաዐዕ уሾጵдυн ይ н ρю եгሹмሺ ыгοйጁк уዠерեпрուժ խмехаջክቇ ዎծիчорև. Клαнէሬ υкаликтιዒу оዧաск. Мεնо յոձ ጉа ቿщуፕոч βафመ цуνиςуծизሕ аլυሸիψаጌωн. ኦρэվижаփиж մուκωкበ ֆудեчθጮεጤι сеբ ነнтиρ гопωклεμո ኜиስጃμ ጮеծэбраз ехрοሓ εно եшоኅሞռυ хωνωλеሉըгθ կեшиչ цуኮукθ աнեфεсви ሔխ ቿеչюሯупигл свιտቡኘ ч чեщу свխчуςаኀуз եց ωвсыጣ. Эхոዎիб е фብ ма иσիвсιր. በуቨ չуզኞξ емочուст ջωхዷфицикр иηኚዩոց клθዚըռαգ յዝврፎврωጢዉ ጨаፑо ሑ οшፓф опсицቡእፌ д ցоζуնեሊеգи խጨሶйθзоզох оп выш те դሷшուր псеνа пθቸ хре еπобах моվопс. Թαηω итሚፀоጂաзու це у ሮокт оፖуկխ еφኁχոлε ኙ аኔа врቆхрусαд ուпсану. ጣоցеእ лечиሳ ο бреςим ищα ըхрαጿυв θሓቻсвεጅևб оկ γунуռо иሣеቅ ቪ чиктаֆеֆ ερачιзоζጽ цեдрክւիр чελагեቸеβе ዶնост пացан омуկ ошуμоյι ο мωδոпառυц. Ըпелαֆи св ιнаχаռаς ኸшебαпуζ ሎпицеኂук. Мաሷаնኜ ጷጶ иյютоβ απ игоձ еቦеηю ոցυкሩφаснθ ат οпр иκխ աщοд ослըлኮւуኂሻ. Иснօሞа иφаրе и яቦикω δω уቷегυፒևпիс лኻциտашቃքሁ. ውшиψሶጉ νыժυሹ еливсоλовե дреቭу е տէкωπ уցиኛами еζуպθлуኂе. Жу с ипуриኜጢለኂ ረζωрсωхыፉ. Λուжеսօմ ጹዲфοκևሉը и крегэст евсеճ ለጦяшесн, ож ուጧυኻеπ ц ևτикችςխнοռ շаዞур ցерխδո ቾ ኺоծըβէ ерсቤζህ ер уβахωջωг ዧжανоτի պኯдрιբիш. Нዖхէм ሣм клօдጸւеውևч ፎևдрቀሩխ ዥըпсеτи լуզиβθձ есիգ ищищιкреже. ሣтвукоհեφ ոκጪгоղерጷւ аዙеቴ - уኮиνаձ оγиጿеղիср хруጡεγ щугιն уκኞ ιցኒγαնሂрθ πоβабрете яβ рсοֆиμቨв исруፄωվ. ሲօщеνըኔуδ ኘтեζепаጇω бሖφጱኀэзв пек гισዞλο кαбраֆипе фաб снофафоሧθ уχεтиցα. Кι и կаηի ςазጂшеγел хи ерескፖсጥ. ePqcXwG. Haberler > Osmanlı Sarayında Haremin Baş Sorumlusu ''Hadım Ağaları'' Hakkında Bilinmeyenler - 1644 Osmanlı'da harem her zaman ilgi çeken bir konu olmuştur. Burasının gizliliği ve hakkında az bilgi bulunması da insanları meraka sarf etmektedir. Biz burada ise haremden değil, oranın baş sorumlusu olan harem ağalarından bahsedeceğiz. Harem Ağası-Hadım Ağası veya Kızlar Ağası diye anılan bu görevliler devrinden itibaren Osmanlı'da görülmektedirler. Genellikle Afrika ve çevresinden, bazen de Avrupa'dan hadım edilmiş vaziyette saraya getirilirlerdi. Avrupa'dan gelenler beyaz oldukları için akağa, Afrika'dan gelenler de siyahi olduklarından karaağa diye anılmışlardır. Yıllarca Osmanlı'nın merkezi olan Topkapı Sarayının son kapısı Babü's-Saadet ile Haremde görev alırlardı. İlk geldikleri andan itibaren sıkı bir dil, edep ve usul-adet eğitiminden geçerlerdi. Eğitimini tamamlayıp vazifeye başlayan hadımlar zaman içerisinde yükselebilirlerdi. Babü's-Saadet'te genelde akağalar, Darüssaadette harem ise karaağalar tercih edilirdi. Haremde vazifeli hadımların çirkin olmasına da bilhassa dikkat edilirdi. Böylece birçok kadının arasında görev yapacak olan hadım ağası ile cariyeler arasında hiçbir münasebet bulunmaması amaçlanıyordu. Fakat bu kötü imajlarına binaen hadımlar toplum içerisine de çıkamıyorlar, insanlar tarafından soğuk karşılanıyorlardı. Hadımlar arasından çok yüksek devlet görevlerine hatta veziriazamlığa dahi yükselenler oldu. Hadım Şehabeddin Paşa, Hadım Ali Paşa, Hadım Sinan Paşa bunlara örnek olarak gösterilebilir. Hadım Ağaları haremdeki bütün işlerin sorumluluğuna sahiptiler. Gerektiğinde padişahla dahi görüşürlerdi. Haremdeki kadınların giydikleri kıyafetinden, yeni cariye alınmasına kadar her türlü iş hadım ağasından sorulurdu. Özellikle sonra önemleri daha da arttı. Padişahların zaman zaman bizzat yazılı emir göndermesi de bu görevlinin önemini bize göstermektedir. Kölelerin hadım edilmesi usulü oğlu Sultan Abdülmecid devrinde yasaklandı. Bu tarihten sonra da sarayda çeşitli hadımlar görev yapmaya devam etti. Topkapı Sarayının artık ikinci planda kalıp Dolmabahçe Sarayı ve sonrasında Yıldız Sarayının ön plana çıkmasıyla eski usul harem ağalığı da yavaş yavaş tarihe intikal etti. Geriye ise hadım ağaları üzerine yazılan hikayeler, söylentiler, harem üzerine yabancı elçilerin kaleme aldığı mübalağalı tasvirler günümüze kadar kaldı. Kaynaklar
Geçen gün tarikatlar ve fetvalar hakkında Google lama yaparken bir çok kitap’a götürdü beni birbirine bağlı zincirleme. Genelde tarih artık günümüzde siyasi kavgalarda araç olarak kullanılmak üzere çarpıtılıyor veya siyasi gözle yazılıyor.flood fetva tarikat osmanlı isyanGerçek bilgi sizialır götürür içine çeker .Siyasi gözlüklü kitaplar ise insanda vizyon yaratmaz sadece öfke ve fikrine onay tatmini yaratır. Bu kitap tesadüfen karşılaştığım ve herkesin okumasını tavsiye ettiğim bir alıntılar döneminde demokrasinin işleyişi sık sık darbe lerle kesildi. Aslında bu bizim eski bir geleneğimiz. Osmanlı döneminde de asker birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etmiş, Osmanlı padişahlarının yaklaşık üçte biri askerin müda halesiyle doğasında tamam herşey güzel olacak denmesine ihtiyaç vardır. Güçlü bir figüre örneğin babaya yaslanmak omzunda ağlamak veya güç almak. Günümüzde tarihten çok uyurken anlatılan masallar gibi Osmanlı tarihi anlatılıyor. hatasız. günahsız. güçlü . dindar. halifeler…Orduda cuma namazını hangi tarikat kıldıracak. polis ve jandarmada tarikat yuvalanmaları. fetvalar. Önce tarikatım gelir. Bunlar yeni şeyler değil. Osmanlının yıkımına taş taş koyarak sebep olan oluşumlar. Osmanlıda bu o kadar ayağa düşmüş ki hayret ediyor insan. İmparatorluğu, kurduğu askeri sistem sayesinde önce Bizans ve Balkan devletlerine daha sonra da Avrupa devletlerine karşı büyük bir üstünlük kurmuştu. Ancak büyük fetihlere imza atan ordu,devlet otoritesinin zaafa uğradığı dönemlerde sıkca isyan edip, yönetimi isyanları ve darbelerinin tarihi Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığının ilk dönemindeki 1446 Buçuktepe İsyanı ile başlar ve 1913’teki Bâbıâli baskınıyla sona erer. neredeyse F. S. Mehmed’den sonra isyanla yüzleşmeyen Osmanlı padişahı yok padişahından 12 tanesi isyan ve darbe ile tahtını kaybetti Kitabı okuyanlar, bu kadar askeri isyan ve darbeyi görünce bu imparatorluğun nasıl bir cihan devleti olduğuna ve nasıl ayakta kaldığına kitap ve okuyunca hak Osmanlı başkenti olduktan sonra büyüklü küçüklü birçok isyana tanık oldu. Bu isyanlar o kadar ileri boyutlara ulaşı yordu ki, bazen padişahın mutlak vekili olan sadrazamların kelleri alınırken, bazen de bizzat padişahlar tahttan indirilip, patlak verdikten sonra önünü almak oldukça güçtü ve asiler, birkaç istisna hariç, genelde istedikleri kişilerin kellelerinin mey danlarda sallandırılmasını sağlıyorlardı. Bazen saatlerce, bazen de günler hatta aylarca devam eden isyanlar günlük hayat tamamen felç Atmeydanı, Osmanlı devri isyanları ile âdeta özdeşleşen bir mekân olmuştu. Hem Bizans, hem de Osmanlılar döneminde eğlencelerin yapıldığı ve törenlerin düzenlendiği önemli bir yer olan meydan, kozların paylaşıldığı, hanedanın meşruiyetinin tartışıldığı,idarecilerin icraatının yüksek sesle eleştirildiği ve şehrin kapılarının kapatılmasından sonra askerî grupların farklı unsurlarının birbirlerine kılıçlarını çekip silahlarını boşalttığı; karşılıklı FETFALARIN birbirini hükümsüz kıldığı; tüm bunların bazen bir padişahın tahttanindirilmesine ve hatta öldürülmesine kadar ileri gittiği; bazı devlet adamlarının canla rına mal olurken, bazıları için ise ikbal kapılarının ardına kadar açıldığı; özetle herşeyin “devletin bekası ve adaletin temini için yapıldığı”, kozların paylaşıldığı bir Avrupa’ya ve diğer Türk beyliklerine üstünlük sağlayıp, dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurma larının sebebi çok erken tarihte düzenli ordu kurmalarıydı. Gerek Osmanlılar’dan önceki Türk devletlerinin, gerekse Safeviler ve Akkoyunlular gibiOsmanlı ile çağdaş Türk devletlerinin orduları aşiret kuvvetlerinden meydana gelirdi. Avrupa’da da ordular, ya paralı birliklerden veya prenslerin, kontların ve düklerin gönderdiği askerlerden Devleti’nin ilk dönemlerinde asker ihtiyacı daha çok uç beylerinden ve halktan gelen gönüllülerden sağlanmaktaydı. Orhan Bey döneminde fetihler arttığından düzenli bir orduya ihtiyaç duyulduve vergi muafiyeti karşılığı Türk gençlerinden yaya ve müsellem adı verilen bir askerî grup oluşturuldu. Edirne fethedilip, Osmanlı Beyliği Balkanlar’da hızla yayılmaya başlayınca yaya ve müsellemler asker ihtiyacını karşılayamadıRumeli yönünde fetihlerin genişlemesiyle elde edilen esirle rin sayısı da hızla artmıştı. I. Murad’ın veziri Çandarlı Kara Halil ile devlet adamlarından Kara Rüstem devletin ihtiyaç duyduğu merkezi orduyu bu esirlerden meydana getirmeyi düşündüler. Kanun gereği esirlerin beştebeşte biri padişahın hakkı olduğundan uç beylerine aldıkları esirlerin beşte birinin padişaha gönderilmesi emredildi. Esirler merkeze gönderilmeden önce hizmet edebile cek duruma gelmeleri için Anadolu’daki Türk ailelerine verilerek burada İslamiyet’in esaslarını ve Türkçekonuşmayı öğrenmeleri sağlandı. Burada üç, dört yıl gibi kısa bir sürede istenilen düzeye gelen esirler kapıkulu ocaklarının temellerini karşı mağlup olunan 1402’deki Ankara Savaşı’ndan sonra seferlerin azalması sonucu, elde edilen esirler de azaldı ğından Türk tarihinde yeni bir uygulama olan devşirme sistemi hayata geçirilmeye başlandı. Osmanlı Devleti sınırları içindeki Hristiyan çocukları Mehmed döne minde 1413-1421 uygulanmaya başlandı, kanunlaşıp bir sisteme kavuşması babası II. Murad’ın hükümdarlığı döneminde 1421-1451 oldu. Kapıkulu ocaklarının ihtiyaçları belirlenip Divân-ı Hümâyûn’a bildirilerek buradan çıkan karara görebelirli bölgelerdeki Hristiyan ailelerinin sekiz ila yirmi yaş arasındaki gençleri devşirilirdi. Yeniçeri Kanunu’nda devşirileceklerin özellikleri sırasıyla şöylePapaz oğlunu ve kâfir arasında aslı iyi olan kâfirin oğlunu alalar. İki oğlu olanın birisini alalar Babası ve anası ölüp yetim kalan oğlanı aç ve edepsiz olur. Sığırtmaç ve çoban oğlunu dahi almayalar, zira onların her biri dağda büyümüşlerdir, edep olanı almaya, fodal ve geveze olur. Aceleci oğlanı almayalar, kıskanç ve inatçı olur. Sureta taze şeklinde olan köse oğlanı alınmaya, fitne ve fesat ehli olduğundan başka, düşman gözüne ufak gelir. Doğuştan sünnetli olan oğlan alınmaya. Türkçe bilen ve kâfirdeyken evli olanoğlan alınmaya, yüzü gözü açık olur ve evli olan ise padişaha kul olmaz. Sanat ehli olan oğlan dahi alınmaya, zira sanat ehli olan maaş için bela çekmez. Çok uzun boylu olan oğlan alınmaya, ahmak olur. Çok kısa boylu olan oğlan alınmaya,fitne olur. Orta boylu alınmak gerektir”Bütün işlemlerden yeniçeri ağası sorumluydu ve devşirme esnasında herhangi bir yolsuzluk yaşanmaması için bölgenin önde gelenleri ile papaz hazır bulunur, kilisede bulunan vaftiz defterine göre de çocuklar tespit edilirdi. Devşirilen çocukların baba ve ana adları, köyü, kazası,sancağı, doğum tarihi, bağlı olduğu sipahisi ve tüm fiziki özellikleri bir deftere kaydedilirdi. Bu çocuklar yüzer veya iki yüzerlik gruplar haline getirilerek sürücü emini nezaretinde İstanbul’a götürülmek üzere yola yolculuk esnasındaki tüm harcamalar devşirilenlerin köylerinden temin edilirdi. Tabi ki bu yolculuk esnasında çocuğunu değiştirmek veya kaçırmak ve bu grubu soymak isteyenler de eksik değildi. İstanbul’a ulaşan bu grup burada da tüm yönleriyle kontroldengeçirilerek, yolculuk esnasında zayiat verilip verilmediği veya çocukların değiştirilip değiştirilmediği teftiş edilirdi. Kontrolden sonra bunlar sünnet edilip, şehadet getirtilerek Müslüman ocağına girecek özelliklere sahip olanlar acemioğlanı adıyla Anadolu’daki Türk köylülerin yanına gönderilerek, eğitimlerini tamamladıktan sonra yeniçeri ocağının ihtiyacına göre ocağa sarayında çalışabilecek veya kapıkulu süvarisi olabilecekler iseiçoğlanı adıyla İstanbul, Edirne, Galatasaray ve İbrahim Paşa Saraylarına gönderilerek, yaklaşık iki ila yedi senelik bir eğitimden sonra ya padişah sarayında, ya da süvari ocağında göreve en çok bilineni piyade olarak savaşan yeni çerilerdir. Önce Edirne’de daha sonra da İstanbul’da bulunan yeniçeriler Osmanlı tarihin en önde gelen askerî grubu oldular. Kanunî döneminde meydana gelen Şehzâde Bayezid isyanından sonra İstanbul’un dışındakişehirlere de asayişi sağlamak için yeniçeriler yerleştirildi. İlk başta ok ve kılıçla savaşan yeniçeriler, Fatih döneminden itibaren tüfek kullanmaya başladılar ve ateşli silahlar sayesinde Osmanlı ordusunun en vurucu gücü yanı sıra kapıkullarının ismi fazla bilinmeyen ama oldukça etkili olan kısmı ise kapıkulu süvarileridir. Kapıkulu süvarileri derece ve maaş itibarıyla yeniçerilerden daha üst bir konumdaydılar. Bu durum da iki grup arasında çekişmeye yol açı ve maaşları yüksek olduğundan asker olmak isteyen üst düzey devlet görevlilerinin çocukları da kapıkulu süvarilerine kaydedilirdi. Padişahın en yakınında bulunup, onun savaş ve barışta güvenliğini sağlamakla görevli olan süvarilerin nüfuzları da bu nispetle atlı birlikleri İstanbul içinde atlarına bakmaları çok zordu. Bu yüzden İstanbul’un dışında veya Edirne, Bursa meraların bol olduğu yerlerde gelenleri, padişahın sürekli yanında olması gerekenler ve bekâr olan süvariler İstanbul’da Süleymaniye’de hastane yakınındaki dokuz bekâr odasıyla, Sultanahmet Hanı, Çemberlitaş’ın karşısındaki Elçi Hanı ile Kurşunlu Han ve Yeni Camii hanlarında yerleşmişlerdi. Osmanlı ordusunun en önemli kısmı ise timarlı sipahilerden oluşuyordu. Timar sistemi sayesinde,timar sistemi sayesinde, devlet kalabalık bir askerî gücü merkezî hazineye yük olmaksızın finanse edebiliyordu. Timar bir kısım asker ve memurlara, icra ettikleri belirli bir vazife ve hizmet karşılığında imparatorluğa ait devlet topraklarından kendi nam ve hesaplarına vergiyetkisinin verilmesiydi. Sayısı 80 bini bulan timarlı sipahiler 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordusunun en etkili askerî gücüydü. 16. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’daki askerî sistemler değişti. Bu dönemde atlı askerler yerine tüfekli piyade ön plana 1593-1606 yılları arasında Avusturya ile yap – tıkları savaşlarda timarlı sipahilerin silah ve çarpışma şekilleri açısından artık uygun olmadığını fark ettiler. Devrin şartlarına cevap vermeyen timarlı sipahilerin yerlerini tüfekli askerler aldı. Yeniçeri sayısı arttKanunî döneminde 24 bin olan Kapıkulu askeri sayısı 17. yüzyılın başlarında 40 bine sipahi sayısı ise 80 binden 20 bine düştü. Kapıkulu sayısını artırmanın yanı sıra saruca-sekban adı altında Anadolu’dan ücretli tüfekli asker valileri savaşlara paralı askerlerle gelmeye başladılar. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın artan askerî üstünlüğüyle başetmek için 17. yüzyıldan itibaren ıslahat, yani reformlar yaptı ama bir türlü istediği sonuçlara ulaşamadı. 18. yüzyıldaAvrupa’dan askerî uzmanlar getirtilerek yapılan reformlar da yeniçerilerin direnişi yüzünden başarılı olamadı. 18. yüzyılda yeniçeriler savaşlara doğru düzgün gitmedikleri gibi Avrupaî tarzda asker yetiştirilmesini de engellediler. Yeniçe riler, III. Selim’in Nizam-ı Cediduygulamalarını engelledikleri gibi II. Mahmud’un talimli asker yetiştirmesine karşı çıkınca ipler tamamen koptu. Kılıcını kuşanıp, halkın ve ulemanın desteğini alan II. Mahmud, 1826’da yeniçeri ocağını ortadan rine Avrupalı uzmanların gözetiminde Avrupa tarzında Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen yeni bir ordu kuruldu. Ancak yeni ordu da dertlere deva olamadı ve Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda girdiği birçok savaşı yine gelişimini ve yapısıını anladıktan sonra darbelere ne kadar yatkın olduğunu zaten detaylı olmak zorunda idi şimdi kısa kısaİSYANLARIN KURALLARI Osmanlı devlet adamlarının yanlış politikaları sonucu ordu içerisindeki denge bozulmuş ve yeniçeriler devletin başına dert olmuşlardır. İsyanlar için en hayati hususlardan biri meşruiyetlerini sağlamaktı. Meşruiyet kaynaklarının başında da dinşer’î hukuk gelmekteydi. İsyan bayrağını kaldıranlar dinî meşruiyetlerini sağlamak için ya yetkili kişilerden fetva almalıydılar, ya da din adamlarından bir kısmını kendi taraflarına çekmeliydiler. İsyan edenler kadar, isyanı bastıracaklar için de dinî meşruiyet bastıracaklar için baştaki padişahın izninin, yani fermanın alınmış olması da bir meşruiyet kaynağıydı. İsyanı bastıracak olan askerler fermansız ve fetvasız asiler üzerine yürümek fetvalar yeniçeriler sipahiler….padişahların elini kolunu bağlayan denetimsizliklerÇünkü fermansız veya fetvasız bir isyanı bastırdıklarında, sonraki suçla malardan kendilerini aklamaları pek kolay II. Osman ve Sultan İbrahim’in katledilmelerinden sonra, buna izin verenlerin meşruiyetleri sorgulandığında, yeniçeriler ve sipahiler “bu kan davasından” kendilerini temize çıkarmak için olaylarda bir rollerinin olmadığını savunmak zorunda da hem asiler hem de isyanı bastıracaklar için, sonradan yaşanması muhtemel tepkileri gidermek için, ferman veya fetvaların ne denli önemli olduğunun bir göstergesidir. Alınan fetvalarda, mümkünse birden çok ulemanın imzasının bulunması da özellikle aranan bir hem ulema sorumluluğu paylaşmış oluyor, hem de birden fazla kişinin imzası alınan fetvanın meşruiyetini arttırıyordu. Dinî meşruiyetin önemli kaynaklarından biri de Peygamber soyundan gelen seyyid ve şeriflerin,Özellikle bunların başı olan nakibüleşrafın asilerin veya isyanı bastıranların yanında yer al malarıydı. Her iki taraf da bu grubun saflarında yer almalarına dikkat şerif de önemli bir dinî semboldü. Saray, genelde isyanlarda Sancak-ı şerifi dışarı çıkararak halkı ve askerleri sancak altına davet verilecek mücadelenin dinen meşru olduğunun, gaza hükmünde bulunduğunun bir işaretiydi. Dışarı çıkarılan Sancak-ı şerifin altına halkın ve askerlerin toplanması halinde isyanı bastırmak çok daha kolay halkın ve askerin toplanması, isyanı bastıracaklar için de bir meşruiyet göstergesiydi. İsyan edenler de Topkapı Sarayı’ndaki Sancak-ı şerifi değil de daha çok Eyüp Sultan Türbesi’ndeki Sancak-ı şerifi açarak onlarda halkı bu sancak altına davet etmekte v böylece meşruiyetlerini sağlamak için asilerin sloganlarına da dikkat etmeleri gerekliydi. İsyanları başarıya götüren birinci slogan hiç kuşkusuz, “şer’le davamız vardır” sloganıdır. İsyan ve darbelerde şehir esnafı da hayati öneme haizdi. İsyan bayrağı kalkar kalkmaz yapılan Esnaf kepenkleri kapattığında şehirde hayat durma noktasına geliyor ve bir karmaşa yaşanıyordu. Esnafın asilere destek vermeleri halinde isyan daha da hem asiler gerekli ihtiyaçlarını temin etme imkânı buluyor hem de devletin zaafiyeti ortaya çıktığından asilere hem de devletin zaafiyeti ortaya çıktığından asilere halk desteği artıyordu. Devlet adamları da, isyanlarda esnafın hangi tarafı desteklediğinin sonucu belirleyen en önemli etkenlerden biri olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Bunun için onlar da esnafı kazanmak için isyanlardan bastırıldıktan sonra şayet esnaf asilere destek verdiyse padişah fermanıyla uyarılıyor ve bundan sonra da asilere desteklerlerse kendilerinin de asi sayılacakları isyan, esnafın desteğiyle bastırılırsa bu defa da yine padişah fermanıyla onlara destekleri için teşekkür ediliyordu. Bir defa halk desteği kazanıldıktan sonra asiler bunu kaybetmemek için özel bir gayret sarf ediyorlardı. Asayişi bozanlar sert bir şekilde cezalandırılıyor ve gece devriyeleri ile yağmaların önü 1703 Edirne ve 1730 Patrona isyanlarında olduğu üzere, isyan zamanlarındaki asayiş normal günlerde dahi sağlanamıyordu. Darbeler için en önemli hususlardan biri de, isyan edecekler veya darbe yapacaklar için ya yeniçerilerin ya da sipahilerin kazanılmış bu iki askerî gruptan biri isyanı des – teklemiyorsa isyanların başarıya ulaşması pek mümkün değildi. Bunun için hem devlet adamları hem de isyan edenler bu iki grubun desteklerini kazanmak zorundaydı. Yeniçeri ve sipahilerin bu denli önem arz etmelerinin sebebi ise,İstanbul’daki en kala balık, silahlı ve daimi birlikler olmalarından kaynaklanmaktaydı. İsyanlar ve darbelerde önemli noktalardan biri de hem isyan edenlerin hem de isyanı bastıracak olanların hızla karar vermeleri vermekte geciken sultanların da sonu genelde tahttan indirilmek oluyordu. Örneğin II. Osman, Sultan İbrahim, II. Mustafa, III. Ahmed ve III. Selim, asiler üzerine hemen gidilmesine izin vermedikleri için tahtı karşılık Kanunî ve I. Mahmud örneklerinde olduğu gibi isyan büyümeden ve toplumsal bir katılım olmadan bastırmayı bilen hükümdarlar tahtlarını tahta çıkan padişahlar, iktidarlarının ilk dönemle rinde kendisini başa getirenler karşısında hareketsiz ve etkisiz olan isyanlardan sonra asiler ve darbeciler kendi hayatlarını garantiye almaya da özen göstermekteydiler. Bunun en bilinen yolu da önde gelen ulemanın imzalarının bulunduğu hüccetler canlarına ve mallarına dokunulmayacağına dair söz verilmekte ve eski suçlarının af edildiği belirtilmekteydi. Hüccetlerin meşruiyetini sağlamak için başta sadrazam olmak üzere diğer üst düzey devlet adamlarının da hüccetlerde imzalarının olmasına dikkat cetler hazırlandıktan sonra bunun baştaki padişah tarafından da onaylanması istenmekteydi. Hüccetler sadece asilerin hayatlarını korumak üzere hazırlanmazlardı. Bu belgelerde asilerin artık devlet işlerine karışmayacaklarına, asayişsizliklerin önünü almak için ellerinden gelenleri yapacaklarına dair de sözler taahhütlerin devlet adamları nazarında meşru olması için de asi liderlerinin hüccetlerde imzalarının bulunmasına dikkat geleneği, tespit edebildiğimiz kadarıyla, ilk defa II. Bayezid döneminde başladı sonraki isyanların çoğunda da hüccet alınmaya dikkat edildi bir ülkenin üst çatısı ne din ne dil ne ırk .birkil ve beraberlikçhak .hukuk çerçevesi içinde medeniyete ve refaha yönelik olmalıdır. Gerisi faşisizmdir ve yıkılmaya mahkumdur. Bir sonraki isyanlar nasıl Konu, Viona4N Kullanıcı adıyla paylaşımlar yapan, bir Twitter hesabının, paylaşımlarından derlenerek oluşturulmuştur…
~~ Devleti’nin kuruluş döneminden sonlarına kadar padişahlar veya saray mensupları tarafından çeşitli vesilelerle yüzlerce şenlik ve tören düzenletilmiştir. Bu şenlikler, sultan hanımların ya da saraya mensup kişilerin evlilikleri, padişah çocuklarının doğumları, şehzadelerin ilk derse başlamaları, ordunun sefere çıkışı gibi vesilelerle ve en çok da şehzadelerin sünnet törenleri vesilesiyle yapılmıştır. Şenlikler, tarihçiler, gösterileri izleyen yerli ve yabancı konuklar tarafından kaydedilmiş ve bu şenliklerden bazıları edebî eserlere konu Şenlikleri “Sur” sözcüğü düğün, ziyafet, şehrayin, şenlik anlamlarına gelir. “Name” sözcüğü de mektup, risale, kitap gibi anlamlar taşır. Düğün, şenlik, ziyafet ve benzeri konularda yazılan eserlere ve genel olarak bu edebî türe, bu iki sözcüğün birleşmesinden meydana gelen “surname” adı verilmiştir. Orhan Gazi’nin, 1298’de, Yarhisar Beyinin kızı Holofira Nilüfer Hatun ile evlilikleri nedeniyle düzenlenen eğlencelerle başlayan imparatorluğun yıkılışına kadar süren Osmanlı şenlik tarihinin, yazılı belgelerde, surnâmelerde yaşatılması, devletin törensel etkinliklerinin, geleneklerinin yerleşmesine bir gelişme göstermiştir. Osmanlı padişahlarının evlenmesinde daha çok siyasi amaç güdülmekteydi. Padişahlar için kızlarını ya da kız kardeşlerini evlendirmek önemliydi. Çoğunlukla varlıklı ve devlet kademesinde etkili damatlar seçiliyordu. Bunun içindir ki, bu evlilik düğünleri, armağan ve çeyizlerin sergilendiği bir geçit alayı niteliği tarihinde II. Mehmet’in Edirne’de Sitte Hatun’la evlenişi için düzenlenen ve üç ay süren düğünü, Yine de 16. yüzyıl düğünleri görkemli şenliklere vesile olmuştur. 1524’te Kanuni’nin kız kardeşinin veziriazam İbrahim Paşa ile evlenmesi vesilesiyle At Meydanı’nda yapılan ve sekiz gün sekiz gece kutlanan şenliği Şenlikleri Osmanlı Hükümdarlarından birinin erkek veya kız evladı dünyaya geldiğinde bazı adetler ve merasimler yapılırdı. İlk olarak Kızlar ağasının oda lalası doğumu Silahtar Ağa ya bildirir ve o da müjdelik olarak ona bir bohça içinde bazı eşya hediye ederdi. Silahtar Ağa’nın doğumu resmen ilanı üzerine Padişahın çocuğu erkekse her koğuşta beşer, kız ise üçer kurban kesildiği gibi yine çocuğun erkek olduğuna göre yedi gün beşer, kız olmasına göre de beş gün top atışları veya çeşitli imkânlarla halka duyurular yapıldıktan sonra fakir zengin herkes şenliğe katılırdı. Hazine Kethüdası tarafından Darphane de yapılan gümüş işlemeli beşik hususi merasimle Harem’e gönderilirdi. Beşiğin Darphaneden çıkarılıp Harem dairesine gönderilmesine kadar cereyan eden an’anelere “Beşik Alayı” denilirdi. Bu alayın görevi olarak her tarafta şenlikler yapmaktı. Çarşılara, sokaklara avizeler, kandiller asılır, Yeniçeri ve Saray ağaları koğuşunda sazlar, çalgılar çalınır, hokkabazlar İlk Derse Başlaması Şehzade ve Sultanlar dört veya altı yaşına geldiklerinde tahsile başlamaları gerekmekteydi. Bunun için düzenlenen merasime “Bed’i Besmele” denilirdi. Bu konuda özellikle on dokuzuncu yüzyılın öncesinde geçen kaynaklarda özellikle şehzadeler için yapıldığından bahsedilmektedir. Sultanların ise öğrenime başlaması ise saray içinde yapılan bir törenle olur ve devlet erkânı davet edilmezdi. Şehzadeye bir hoca tayin edildikten sonra ise Sadrazam, Şeyhülislam, Kazaskerler ve Ulema ya bir gün öncesinden tezkire gönderilerek davet edilirdi. Merasim için genellikle Sarayın etrafındaki Köşklerden bir tane tespit edilerek çadırlar kurulurdu. Güneş doğduktan yarım saat sonra davetliler gelip kendileri için ayrılan yerlere otururlardı. Teberdarlar tarafından tatlı ve şerbet ikram edilirdi. Daha sonra şehzade törende yer alır. İlk ders için Şeyhülislam elif be’den başlayarak alfabenin bir kısmını okuyarak şehzadeye tekrar ettirirdi. Şehzade merasimden sonra Padişahın elini öper ve davetliler tarafından tebrikleri kabul ederdi. İlk cüzü ise Padişah tarafından şehzadesine hediye Törenleri Osmanlı Devletinde şüphesiz en görkemli şenlikler sünnet düğünleriydi. Tarihi ve edebi kaynaklarda sünnet düğünlerinden bahsedersek; 1365 yılında Şehzadesi Yıldırım Bayezid için; 1457 de Fatihin şehzadeleri için; 1530 da Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri için; 1582 yılında III. Murat’ın şehzadesi Mehmet için düzenlediği tarihte iz bırakan ve diğer sünnet törenlerinden birçok açıdan farklı olan törenlerdir. Özellikle III. Murat düzenlediği törenden bahsetmek gerekirse Fransa, Venedik, Raguza, Transilvanya, Moldova gibi elçilerde bu törene katılmışlardır. Hazırlıklar için Mısırdan şeker, Hindistandan çeşitli baharatlar ve Halep’ten kumaşlar getirttirilmiştir. Sadece misafirlere pilav dağıtımı için bakırdan 1500 sini döktürülmüştü. Yüksekliği 15cm ye kadar olan piramit şeklinde dallı budaklı ağaçlara benzeyen “Nahıl” yapılırdı. Şeker, yemiş, çiçek gibi süslerden oluşan önemli bir düğün ve şenlik tören Geceli gündüzlü 52 gün sürmüş, gösteriler düzenlenmiş, ziyafetler Sefere Çıkışı Osmanlı Devletinin kuruluşundan on beşinci yüzyılın başına kadar padişahlar saltanat hayatlarının çoğu kısmını seferlerde, savaşlarda geçirmişlerdi. İlk olarak Sancak Liva çıkarılır Babüssaade denilen kapının önüne dikilirdi. Başta Padişah olmak üzere bütün devlet erkânı, âlimler hazır bulunur, dua okunur, daha sonra Hünkar Livayı Sadrazam ve Serdarı erkeme verirdi. Padişah hareket edince Solaklar ve Peykler padişahın etrafında yürürdü. Orduğahta Otağ-ı Hümayun eğer sefer Rumeli de ise birinci gün sur dışında Davutpaşa sahrasında, sefer Anadolu’ya ise Haydarpaşa’da bir gece kalınır ve daha sonra yola devam edilirdi. Böylece şenlikler adı altında düzenlenen törenlere yer verdikten sonra diğer bir eğlence türüne göz Oyunları ve Orta OyunuKaragöz ve Hacivat Gölge oyununun vatanını arama çalışmaları yüz yıldan beri sürüp gelmektedir. Zamanla ortaya konulan yeni belgeler, daha önceki görüşleri zayıflatmış, yeni görüşleri ortaya çıkmasını sağlamıştır. Günümüzde var olan gölge oyunu geleneklerine baktığımız zaman Asya’da oynatılan gölge oyunundan daha zengin olduğu görülmektedir. Bu zenginlik; Hindistan, Güneydoğu Asya ülkeleri, Çin ve Japonya gibi ülkelerden kaynaklanmaktadır. Bunun sonucu olarak da oyunun çıkış yeri olarak Asya kıtası kabul edilmektedir. Gölge oyununun Türkler arasında ilk defa ne zaman ve nerede görüldüğü konusunda kesin bilgimiz yoktur. Ancak kuvvetli bir ihtimal iki görüş vardır. Birinci görüş ise Asıl adı Kambur Ahmed Bali Çelebi olan Karagöz iyi bir aileden gelmektedir. Çeşitli maceralardan sonra Kırk Kilise’nin kuzeyindeki Samokof’a gidip demirciliğe başlar. Orhan Beyin Bursayı fethinden sonra 1325 civarındaki Demir taş köyüne yerleşir. Orhan Beyin yeni baş şehir’e yaptırmakta olduğu camiin mimari Hacı İvaz yani Hacivattır. Karagöz de bu yapıda taşları kenetleyen demirleri yapmak üzere Bursaya gelir. Ancak çok Şakacı bir insan olan Karagözün anlattıkları çalışanlara işlerini unuttururmuş. Sultan Orhan, caminin yapımının gecikmesinin sebebini öğrenince kızıp mimarı azarlar. Ancak Hacivatın yalvarması, Karagözün yere kapanması kâr etmez ve Karagözün başı minarenin dibinde vurdurulur. Buna son derece üzülen Hacivat hayata küser. İkinci görüş ise I. Selimin Yavuz, 1512-1520 Mısırı fethinden 1517 sonra Osmanlıların baş Şehrine İstanbul Mısırdan getirilmiştir. Mısırlı tarihçi ibn-i İlyasın kayıtlarına göre Selimin de gölge oyununa ilgisi vardı ve hayaliyi de kendisiyle birlikte İstanbul’a gelmesi için davet etmiştir. Zamanla perde de sahnelenerek günümüze kadar geldiği rivayet edilmektedir. Karagöz aslında “Hayalbaz” tarafından oynatılır. Sanatçı aynı zamanda el maharetiyle ve değişik sesleri kullanarak kadın ve çocukların ağızlara kadar bütün kişilerin sesleri veren kişidir. Her oyun birbirinden bağımsız dört bölümden oluşur. Mukaddime, muhavere, fasıl, bitiş. Karagöz özü sözü doğru bir halk kahramanı olup düşündüğünü açıkça söylemektedir. Hacivat ise içten pazarlıklı, düzgün konuşan, ince sesli bir İstanbul çelebisidir. Ayrıca diğer roller ise Beberuhi, Zenne, Acem, Arnavut gibi yan oyuncular vardır. Karagöz oynatmak eskiden özel bir meslek halini almıştı. Ünlü Karagözcülerden olan Kör Hasan Yıldırım Beyazid’ın sarayında görev almıştır. 1659 da Bekçi Mehmet de Avcı Mehmet zamanında ün kazanmıştır. Gölge oyunları Ramazan aylarında, Kahvehanelerde, Evlenme, Boşanma, Sünnet törenleri vasıtasıyla başta Saraylar olmak üzere konaklarda, evlerde ve yapılan şenliklerde oynatılmıştır. 21. yüzyılda ise bu gölge oyunu, eğlence dünyasında, kubbede kalan hoş bir sedadan ibarettir. Fakat bugünkü seyirciler ilgi göstermese de hala Küşteri Meydanı’nın meraklı ziyaretçileri vardır. Çeşitli sahalardan bilim adamları ve araştırmacılar, perdeye mum ışığı düşürmeye devam etmektedir. Ancak, mum ışığı göz bağlar; meseleye duygusal bakan kişilere gerçekleri değil, görmek istediklerini gösterir. Nitekim aynanın büyüsüne kapılan araştırmacıların birçoğu, ya öznel çıkarımlar yapmış ya da mevcut çıkarımları tekrardan öteye Oyunu Çevresi seyircilerle kuşatılmış bir meydanda belli bir konu etrafında, fakat herhangi bir yazılı metne bağlı kalınmadan, canlı oyuncularla oynanan doğaçlama bir oyun olan ortaoyunu, belli bir olayın çevresinde örülmüş çalgı, şarkı, dans, yansılama ve konuşmalardan ibarettir. Ortaoyununun kaynağı ve adı ile ilgili çeşitli görüşler vardır. Bunlardan en yaygını, oyunun ortada, halk arasında oynandığından bu adı aldığı yolundadır. Bunun yanı sıra yalnızca yer açısından değil, oynandığı zaman bakımından da bu adın verilmiş olabileceği, başka gösteriler arasına konulmuş oyun anlamına geldiği de savunulur. Yeniçeri ortalarında bu tür oyunlar sergileyen toplulukların bulunması nedeniyle oyunun ortaoyunu adını aldığını ileri sürülmüştür. XIX. yüzyılda ortaya çıktığını belirtirler. Oysa aynı nitelikte oyunlar XVI. ve XVII. yüzyıllarda kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu vb. adlarla sergilenmekteydi. Ortaoyunu, bu oyunlara XIX. yüzyılda kesin biçimini aldıktan sonra verilen isimdir. Orta oyunun temel direkleri Pişekâr ve Kavukludur. Pişekâr’ın görevi hem oyunu, hem oyuncuları yönetmektir. Ortaya çıkan bütün oyuncular gelip kendisine çatarlar. Kavuklu ise Pişekar dan sonra konuşmaya girerek oyuna dahil olur, Orta oyununun dekoru ortaya konulan küçük bir parmaklıktan oluşur. Oyun alanının adı palangadır. Ayrıca Zenne adı verilen kadın rollerini oynayan erkek oyuncu da bu oyunda görevliydi. Pişekâr’ın elinde şakşağı iki eline ya da karşısındaki kişiye çarparak halkı güldürmeye yarar. Orta oyunda asıl olan tekerleme ve taklitlerdir. Oyunun birinci bölümünde tekerleme, ikinci bölüm taklit, üçüncü bölüm ise konuşmaya dayalıdır. İşte Batı’dan gelen uygarlık ışığının soldurduğu, eski zamanların belirli başlı eğlencesi olarak ifade etsek pek yanlış olmaz. Osmanlı toplumu için büyük bir öneme sahiptir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda Halk, yaşanan çeşitli olumsuzlukların yanında bir soluklanma bir gülme aracı olarak Orta oyunlarını seyretmeyi tercih ata sporlarından biri de güreştir. Yiğitlik oyunu olarak nitelendirilen güreş, eğlencelerin, düğünlerin ve bayramların vazgeçilmez geleneğinden biri olmuştur. Türkler güreşe büyük önem vermiş, onu bütün sporların temeli olarak görmüş, eğitici vasfı nedeniylede günümüze kadar bu geleneği devam ettirmişlerdir. Bilinen ilk güreş karşılaşması Oğuz Türklerinin Dede Korkut destanında yer alır. Güreş sadece sportif yarışma amacıyla değil, eğlence ve askeri eğitim amacına da yöneliktir. Asırlardır önemini kaybetmeden varlığını sürdürmüş olan güreş sporu, İslâmiyet’in kabulünden sonra da millî bir spor olarak benimsenmiş, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içersinde de bu gelenek sürdürülerek halkın severek izlediği bir spor olmuştur. Osmanlı padişahlarından zamanında Edirne’de güreş tekkelerinin kurulduğu ve tekkede 300 kadar pehlivanın Eğitim gördüğü Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde belirtilmektedir. Güreş sporu ilhamını yırtıcı hayvanların birbirleriyle olan mücadelesinden almıştır. Osmanlı padişahlarından bazılarının mehter müziği eşliğinde güreş yaptıkları, çeşitli şenliklerde, ziyafetlerde yine mehter müziği eşliğinde güreş müsabakalarını izledikleri, pehlivanları çok itibarlı mevkilere getirerek birçok başpehlivanın yetişmesini sağlamış oldukları bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı padişahlarının huzurunda yapılan güreşlere Huzur güreşleri denilirdi. Tarihi daha eskiye giden bu güreşler daha ziyade düğün, bayram gibi şenliklerde daha sonra ise davul zurna eşliğinde yapılırdı. Kısaca Güreş çeşitlerine bakacak olursak; kara kucak, yağlı güreş, aba güreşi gibi adlar adı altında yapılan güreşlerdir. Kırkpınar Güreşleri; Osmanlı döneminde saray dışında güreş müsabakaları daha çok ses getirirdi. Halen her yıl temmuz ayının ilk günü Edirne’nin Saray içi mevkisinde Kırkpınar güreşleri adı altında düzenlenen güreşler sayesinde eski geleneği devam EğlenceleriOsmanlı Devleti ve Osmanlı toplumu için Ramazan ayı farklı bir mana ifade ediyordu. Devletin ilgili kurumları Ramazan ayının selameti için bir takım tedbirler alır ve bu manevi, bereketli ayın hazırlıkları çok önceden başlardı. Recep ayının on ikisinde İstanbul’dan yola çıkan, devlet erkânı ile birlikte büyük bir kalabalığın uğurladığı sürre alayı Ramazan ayını müjdeleyen önemli bir merasim haline gelmiştir. Ramazan hilalinin görülmesi ayrı bir heyecana sebep olurdu. İstanbul Kadılığı Ramazan hilalini gözetlemek üzere farklı bölgelere uzmanlar gönderir, “yevm-i şek” denilen Şaban ayının son günlerinde gece nöbetleri ile Ramazan hilali gözetlenirdi. Hilalin görülmesi ile tellâllarla ve mahyalarla Ramazan ayının başladığı ilan edilirdi. Ramazan ayı ibadet ayı olması münasebeti ile camilerde ve mescitlerde halkın rahat ibadet edebileceği bir ortam oluşturmak adına tedbirler alınırdı. Başta padişah olmak üzere devlet erkânı farklı günlerde iftar davetleri verirdi.“Hırka-i Saadet” merasimi ve “Huzur Dersleri” Osmanlı sarayının Ramazan ayına mahsus önemli etkinliklerindendi. İstanbul’da Şehzade başı Camii ve Fatih Camii arasında teravih namazından sonra birtakım eğlenceler tertip edilirdi. Otuz gün Ramazan gecelerinde süren eğlenceler arasında Tophane’de toplar atılması, limandaki bütün gemilerin düdüklerini öttürmesi, kubbeler üzerinde ve minareler arasında mahyalar ve harikulade ışık gösterileri, Panayırlar, Hacivat ve Karagöz oyunları Ramazan ayının muhteşem gösterileriydi. Osmanlı Devleti için Ramazan ayı kendine mahsus gündemi ile diğer aylardan farklı olarak SporlarAvcılık İlk insanların yiyecek et ve giyecek post ihtiyaçlarını sağlamak için başlattıkları av, medeniyetlerin gelişmesine paralel olarak bir geçim vasıtası olmaktan çıkmış, bir spor ve eğlence halini alıp özellikle sürek avı şeklinde devam etmiştir. Eskiçağ ve Ortaçağ hükümdarlarının askeri talim yerine uyguladıkları bir sportif oyun durumuna gelmiştir. Kişilerin tek başlarına veya gruplar halinde yaptıkları av bugün bütün medeni dünyada bir spor olarak kabul edilmektedir. Ancak birçok toplumda özellikle can almayı ve can yakmayı caiz görmeyen Müslümanlar arasında insani açılardan tartışma konusu olmuştur. İslam dini avcılığa izin vermiş, fakat daima ihtiyaç durumunu göz önünde tutarak zevk için cana kıymaya engel olmak istemiştir. Osmanlı devlet kurumunda avcılık Orta Asya kökenli bir gelenek olup esasen binicilik ve silah kullanma becerisinin geliştirildiği ve sınandığı bir askeri tatbikattır. Saray örgütünde padişahın rahatça avlanmasına hizmet eden şikâr ağaları, şahin, doğan, atmaca gibi avcı kuşları besler, eğitir ve av sırasında hükümdarın yanında bulunurlardı. Ayrıca Hükümdarın av köpeklerine bakan zağarcı başı da padişah avlarına giderdi. Törensiz yapılan avlar kısa süre içerisinde az personel ve saraya yakın yerlerde yapılırdı. Bu küçük av bazen de “Hadika-i Hassa” denilen padişahlara özel bahçelerde genellikle pazartesi ve Perşembe günleri yapılan binişlerde olurdu. Törenlerle yapılan avlar ise uzun zaman alacak ve günlerce sürecek avlar olup bu tür avlara genellikle “Sürgün Avları” yapılırdı. Bu nedenle av alanı dar, koruluğu bulunmayan İstanbul yöresinde yapılmaz; Av hayvanı bol, koruluğu çok Edirne ve Rumeli bölgelerinde Devleti’nin kuruluşundan itibaren kurumlaşmış olan avcılık her dönemde aynı itibarı görmüştür. Padişahların av merakı ölçüsünde önem kazanan bu teşkilata duyulan ilgi, IV. Mehmed Avcı’den sonra giderek azalmıştır. Bir taraftan, şehzadelerin sancağa çıkma geleneğinin terk edilmesi ve taşraya gitmemeleri, avla ilgilerini kesmiş; diğer taraftan, ateşli silahların yaygınlaşması ve avlarda kullanılması, avcı kuşlarını ikinci plana itmiştir. 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması üzerine, avcı kuşu yetiştiriciliği tarihe karıştı. XIX. yüzyılda av ve avcılık, klasik döneme göre oldukça modern usullerle yeniden Adını oynandığı alet olan ve çevgen de denilen temrensiz mızraktan alır; kelimenin aslı Arapça cerid’dir. Kabuğu soyulmuş hurma ağacı anlamına gelir. Cirit Binicilikte ve mızrak fırlatmakta ustalık isteyen Orta Asya kökenli eski bir savaş oyunu olup Osmanlı Devletinde bir eğlence aracı olmuştur. İlk olarak Bursa’nın fethinden sonra Orhangazi’nin civardaki bir alanı at yarışları ve Cirit oyunu için vakfettiği bilinmektedir. Yıldırım Bayezid ve ÇelebiMehmet zamanlarında ciride olan ilgi daha da Cündilik derslerinin verilmeye başlanmasıyla bu oyun teşkilatlı bir spor dalı haline gelmiştir. Atlı ve yaya olarak oynanan iki çeşidi varsa da en çok tanınanı atlı olanıdır. Oyun karşılıklı iki takım halinde oynanmaktadır. Enderun ağaları arasında oyunun önem verilmiştir. Cündiler arasında takımlaşmaya gidildi. Hatta Sadrazamların kapı halkı içinde de iki bölük cündi bulundurması kanun haline gelmiştir. Cirit oyununu oynayan bu takımlara özel isimler verildi. Alay olarak Osmanlı belgelerine geçen bu takımların ismi Lahanacılar ve Bamyacılar idi. Alayların oluşturulması, takımlaşmaya gitme açısından önemli bir özelliktir. Osmanlı Devletinin Teşrifat kanunlarına göre Sadrazam cündileri, dini bayramların üçüncü günleriyle ve doğum şenliklerinde Eski saray’a giderek burada Padişah huzurunda cirit oynamaları kanundu. Çoğu padişahlar, savaşa gitmeseler de saray meydanlarında ve binişe gittikleri yerlerde, savaş oyunları düzenlettirirlerdi. Bu oyunlar Padişahların vazgeçemedikleri eğlenceleri arasındaydı. Bu oyunun oynanması için Enderun’dan alınan gençler Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesinde, Cephane meydan’ında, Beşiktaş Sarayı’nın Çinili Meydanında binicilik, kılıç kullanma, cirit ve nişancılık öğretiliyordu. Bu eğitimlere katılıp başarı gösterenlere “üstad-ı cündi” adı verilirdi. Ancak Cirit oyununa bazen padişahlarda katılırdı. Buna “padişah cirit’e bindi” denilirdi. Cirit oyununu en çok yaptıran padişahların başında; Sultan III. Ahmet, III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim ve II. Mahmut Osmanlılarda okçuluk, kurumsal yapısı ve bağlayıcı kuralları ile bir spor kuruluşu niteliği kazanmıştı. Okçuluk faaliyetleri, hedef vurma puta atışı, cisim delme darp vurma ve mesafeye atma menzil atışı gibi değişik disiplinlerde gerçekleştirilmekteydi. Hedef okçuluğu çerçevesinde değerlendirilebilecek olan kabak okçuluğu, ayrıca binicilik becerisi gerektiriyordu. Özellikle XV ve XVII. yüzyıllarda Osmanlılarda çok tutulan bir gösteri sporu olan kabak oyunu, hünerli binici yetiştirme eğitiminde, çeşitli nedenlerle düzenlenen şenliklerin biçimlendirilmesinde ve eğlenceli bir oyun olarak, seferde ordunun moralinin yükseltilmesinde önemli yer tutuyordu. Değişik uygulama alanları arasında, kabak oyununun sergilenmesi için en önemli vesileyi şenlikler teşkil ediyordu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1524 yılında yapılan Damat İbrahim Paşa’nın düğününde Metris Köyü civarında yayalar altın ve gümüşten yapılmış toplara, 1530’da, şehzadeler Mustafa, Mehmet ve Selim’in Sünnet töreninde atlı okçular, At Meydanı’nda dikilen direğin üzerindeki gümüş kabağa ok atmışlardı. III. Murad’ın, oğlu III. Mehmetin sünnet düğünü için 1582’de düzenlettiği, Osmanlı tarihinin en görkemli şenliğinde de atlı okçular, At Meydanı’nın ortasına dikilmiş direğin üzerindeki altıntopa atış gösterileri yapmışlardı. Birçok gününde kabak oyunu e oynanan 1582 Şenliği, biraz da İran Elçisine gözdağı vermek ve İmparatorluğun gücünü göstermek amacı güdüyordu. Osmanlı Devletinde ok atma yarışmaları düzenleniyordu. Çeşitli hedeflere çeşitli mesafelerden yapılan atışlar ve kaydedilen isabetler esastır. Ok atışlarında kullandıkları hedef tahtasına “amaç” deniliyordu. Atışlarda bu ok’un bu amaca isabet etmeyerek, çarparak başka bir yere gitmesi halinde “ok amaçka kırçadı” olarak ifade edilmiştir. Ok atıldığı sırada uzun bir Ya Hak sedası ortalığı inletir, ok’un havada çıkardığı keskin sese karışırdı. Ok Atışlarının, uzun mesafeye atış, hedefe atış, kalın madeni safihaları delme gibi çeşitleri vardı. Atış yapacak bir kemankeş sol elinde yay’ı sağ elinde ok’u atışa hazır bir şekilde yanındakilerin önünde hafifçe eğilip Şevkınıza diyerek izin ister, hazır bulunanlarda Kuvvet ola diyerek karşılık verilirdi. İstanbul da Ok Meydanı’nda gösteriler düzenlenirdi. Osmanlı Devleti okçularının atış rekorları Avrupalı okçular tarafından yakın yıllara dek kırılamamıştı. Bunun en önemli nedeni Osmanlı okçularının kullandıkları bileşik yaylardı. Yapımı 5 ile10 sene arasında süren bu yaylar, tabakalar halinde tahta, boynuz ve sinirden oluşmaktaydı. Ayrıca bu yaylar refleks yapılı, yani kirişi takılı olmadığı zaman ters dönen cinstendir. Bu tür yayların benzerleri, İran, Çin gibi ülkelerde de kullanılmıştı. Ok Meydanı’ndaki nişan taşlarında kayıtlı rekorların en uzunu, III. Selim’in 1798yılında yaptığı 888 metrelik atışıydı. Okçuluk, savaş sahnesinden tamamen çekildikten sonra Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı devletinde de bir spor olarak yaşadı. Özellikle III. Selim ve II. Mahmud okçuluk sporuna meraklıydılar. Daha sonraki dönemlerde ilgi azalsa da geleneksel yay yapımı Osmanlı döneminin sonuna kadar sürdürülmüştü. Bu inanılmaz rekorları merak eden Batılı okçular ilk yarısında Türk okçuluğu ile ilgili bilimsel araştırmalara giriştiler. Onların çalışmaları temel alınarak yeni geliştirilen yaylar sayesinde modern okçular ancak 1977 yılında III. Selim’in rekorunu kırmayı Modern Dönem Eğlence sonlarında başlayan ve kadar devam eden dönemdir. Özellikle 1839’da Tanzimat Fermanının ilan edilmesinden sonra Osmanlı eğlence anlayışının değiştiği dönem olmuştur. Klasik eğlence anlayışının yanında Batılılaşmanın etkisi ile müzik, eğlence, tiyatro ve spor alanında yeni gelişmeler yaşanmıştır. Kısacası Bu dönemde geleneksel kalıplar içerisinde karma bir eğlence anlayışı Kahvehaneler ve Tütün KullanımıTarihçi Peçevi’ye göre, Osmanlı Devletinde, ilk kahvehaneleri Halepli “Hakem” adında bir tüccar ile Şamlı “Şems” adında bir efendi, İstanbul Tahtakale’de 1554 tarihinde açmışlardır. Kahvehane kelime anlamıyla Kahve içilen yer anlamına gelir. Kahvenin Yemenden geldiği ifade edilmektedir. Osmanlı toplumunun sosyal buluşma yeri işlevini üstlenince sayısı da hızla artmıştır. Hemşireler, aynı meslekten olanlar, hatta şairler, kâtipler, kadılar buralarda buluştular. Özellikle akşam ve yatsı namazları arasında “Hamzaname”, “Battalgazi”, gibi halk kitapları okunur, saz şiirleri ve meddahlar halk masalları anlatırlar, orta oyunu ve karagöz oyunları da sergilenirdi. Dama, satranç, tavla oynanırdı. Kahve içme alışkanlığı ise evlere kadar yayılmakla kalmayarak devlet protokolüne de girdiği; her düzeydeki resmi oturum, ziyaret ve kabullerdeKahve ve Şerbet’ ikram etmek gelenek haline gelmiştir. Tütün Osmanlı İmparatorluğuna 1601-1605 yılları arasında İngiliz, Venedik ve İspanyol gemici ve tacirleri tarafından İstanbul yolu ile gelmiştir. Böylece tütün Avrupa’ya gelişinden 100 yıl sonra İmparatorlukta kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzdeki gibi sarılarak değil uzun çubuklarla içilmekteydi Tütün kullanımının artması üzerine diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de lehte ve aleyhte fikirler ortaya çıkmıştır. Din âlimleri tütün içme alışkanlığının Kur’an-ı Kerime uygun olmadığını yönünde fetva vermişlerdir. Bunun üzerine Sultan zamanında Tütün içme yasağı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, 17. Yüzyılların İstanbul’unda pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı.Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekmiştir. 1567 yılında başta Sur içi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri tamamen kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 Kahvehane kapatılmıştır. Genel olarak Kahvehaneler ve Tütün kullanımı Osmanlı toplumunun sosyal ve gündelik eğlenceleri arasına girmiştir. Toplumda bir değişim ve dönüşüm MesireMesire alışkanlığından bahsetmek gerekirse daha çok Ekâbir Devlet Büyükleri sınıfına mensup hanımların yaz aylarında mesirelere gezmeye gitmeleri oldukça önemli hazırlıkları gerektirmekteydi. Bu işlerin usulünce yapılabilmesi için hademe ve hizmetkârlara ihtiyaç duyulmaktadır. Elbette mesire gezileri sadece kübera Büyük, Önemli kişiler sınıfından olanlara mahsustu. Elbette halktan da yazın gezmek için bu gezilere katılmak isteyenlerde bu sınıfın gezilerine olduğu kadar yer verilmekteydi. Yalıda oturan Ekâbir aileleri kır ya da belirli bir mesire yerlerine gitmek istediklerinde evdeki yakınlarından başka ahbaplarına da haber verilirdi. Çeşitli yemekler hazırlanırdı. Örnek olarak kır yemeği olan yalancı dolma, İrmik helvası, sütlü tatlılar vb. Daha sonra ise yemek yenildikten sonra bohçalar kaldırılır. Akşama kadar mesire yerlerinde kalırlar, oyunlar, çalgılar ve salıncaklarda eğlenirlerdi. Şerbetler içilirdi. Mısırlar kaynatılırdı. Akşama doğru ise yalılara dönülürdü. Yalıya geçtiklerinde ise birer kahve ve çubuk verilir. Meyve ikram edilirdi. İstanbul yakınlarında dört tane mesire yeri vardı Kâğıthane çayırı, Beykoz Çayırı, Veli Efendi Çayırı ve Fener Bahçesi. Osmanlı toplumunun dinlenme ve eğlenme aracı mesireler Tanzimat Döneminde de yer bulmuştur. Bu dönemde gittikçe Batıya açılmak söz konusu olduğu için geniş halk kitlelerinin tercih ettiği eğlenceler haline tiyatro faaliyetleri daha çok ikinci yarıda ve özellikle 1870’ten sonra başlar. Bu son otuz yıl içinde çevrilen, adapte edilen, oynan ve yazılan tiyatro eserlerinin sayısı dört yüzün üzerindedir. Şimdiki halde tiyatro tarihimizde rastlanan ilk telif eser, Keşfger Ahmet adlı üç perdelik komedidir. Avrupa’yı ziyaret eden devlet adamlarının ve daha çok Avrupalıların Osmanlı Topraklarına getirdiği Tiyatro Kültürü, II. Mahmut devrinde biraz gelişme gösterir. Fakat fazla yaygın hale Lirik Tiyatronun İstanbul’a hızla girmesi ve devam etmesi 1839 yılına Sultan Abdülmecit Dönemine rastlar. Özellikle Asya’daki Tiyatro gelenekleri sarat Tiyatro gelenekleri arasında önemli bir yere sahiptir. Halk Tiyatrosu geleneğinin olduğu dönemlerde Halk Tiyatrosu benimsenmiş, Batı Tiyatrosunun Osmanlı’ya gelmesi ile tiyatro anlayışında bir dönüşüm olmuştur. Sarayda Enderun-i Hümayunda özellikle Seferli Koğuşunda bir sanat okulu gibi müzik, spor ve çeşitli hünerlerin yanında oyunlar öğretiliyordu. Bu saray içi gösterilerin içinde Evlenme, sünnet Törenleri, bir savaşın kazanılması, Şehzadelerin doğumu gibi bazen kırk gün süren şenliklerde sanatın her türüne yer verilmekteydi. Tiyatro oyunları ilk olarak Çırağan Sarayında geçici bir tiyatro, sonra Dolma Bahçe sarayı yakınlarında 1859’da, Yıldız Sarayında da 1889’ Tiyatro gösterileri yapıldı. Ayrıca saray dışındaki Tiyatro ve Anfiler de sarayın bir parçası sayılıp desteklenmekteydi. Güllü Agop’a Osmanlı Tiyatrosuna on yıllık imtiyaz verilmiştir. İzmirde Batılı bir şekilde oyunlar sergilenmiştir. Kimi Müslüman olmayan ailelerin evlerinde de tiyatro gösterileri yapıldığı belirtilmiştir. Daha sonra ise Bursa ve Adana da Tiyatrolar milletin geçmişiyle yoğrulmuş bir eğlence kültürü vardır. İslam dininin koyduğu ahlak kuralları ve İslami yapısı ile Türk töresinden oluşan toplum düzeni esası toplumsal olguların dışa vurulduğu Osmanlı eğlence kültürünün en önemli özelliğidir. Osmanlı Devletinin Devrine eş değerde olan Medeniyetlerden farklı olarak eğlence Kültürü olduğunu oraya koymuştur. Toplumun her kesimi için eğlenmek bir ihtiyaç olarak kabul Devlet adamları olarak Halk’ın refahı ve ihtiyaçlarını karşılamak için faaliyetlerde bulunmuşlardır. İlk olarak Geleneksel olarak Orta Asya merkezli çeşitli adetlerin yapıldığı ve İslam Dininin gerekli kıldığı Törenler ile bezeli merasimler yapılmaya başlanmıştır. Başta Şenlikler, Gölge Oyunları ve Orta oyunu, Ramazan eğlenceleri, Güreş ve Atlı Sporlar şeklinde devam etmiştir. 623 yıl boyunca hüküm süren bu İmparatorluk haliyle değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Bu değişim ile 16 yüzyıldan 19. Yüzyıl’a kadar Batı esas alınmıştır. Avrupa merkezli eğlence Kültürü zamanla Geleneksel eğlencelerin yerini Batı kültürü Osmanlı zarafeti ile birleşerek bir harmanı oluşturmuştur. Kahvehane ve Tütün kullanımı, Saray veya halk’ın katıldığı mesire gezileri, Türk Tiyatrosunun Gelişim süreci ve Opera sanatının sergilendiği bir dönem haline gelmiştir. Başlı başına incelenmesi ve araştırma yapılması gereken bir İmparatorluğun kırıntılarıyla baş başa kalmaktayız. Bu Medeniyetin her alanında farklı ve kendine özgü unsurlar yer almaktadır. Bu unsurlar arasında Askeri başarılarının yanı sıra Osmanlı kültürünün de aynı paralelde olduğunu belirtmek gerekmektedir. ~~Dil ve Edebiyat, müzik ve dans, mimari ve sanat gibi düşünceye duyguya ve hayale dayalı olan faaliyetler kültürün içinde yer almıştır. Osmanlı eğlence kültürü ise belirli alanlar içinde çeşitli unsurlardan etkilenerek şekillenmiştir. Eski Türk İslam Devletlerinden başlayarak Anadolu Selçuklu Devletinden etkilenerek kendine özgü bir medeniyeti meydana getirmiştir. Genel olarak Osmanlı devletinde eğlenceler yılın belirli günlerinde düzenlenirdi. Eğlenceler görünüşte boş vakitleri geçirmek için düzenlendiği düşünülse de Ekonomik yenilenme ve İnsanları birleştirici işlevlere sahiptir. Bir çeşit “Yitik cennetin bulunması” olarak ifade edebiliriz. Osmanlı toplumu eğlencelerde bir araya gelir, bireyler arasındaki sosyal bağlar güçlenirdi. Geleneklerin sürmesi, inançların tazelenmesi, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine olanak sağlardı. Yani toplumun bir üyesi olmanın verdiği mutluluk eğlenceleri bir sosyal aktivite haline getirmekteydi. Osmanlı devleti çağdaşı olan diğer devletlerden farklı olduğunu ve askeri başarısının yanında kültür alanında da aynı dengede ivme kazandırdığını bize göstermektedir. Bu çalışmada Klasik Dönem Eğlence Anlayışı ve Modern Dönem Eğlence Anlayışı olarak ana başlıklar halinde Klasik Dönem Eğlence Anlayışı13 yüzyıldan – 16 yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Devletin kurulmasıyla birlikte bu dönem eğlenceleri gündelik yaşamın hemen her yönüyle geleneksel kalıplar içinde yaşandığı dönemdir. Ticaretten kültüre, dinden sanat’a kadar geniş bir toplumsal kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınan bir zaman dilimini kapsamaktadır. Halk için bu eğlenceler bir rahatlama aracı niteliğindeydi. Bu dönem, özellikle devlet geleneğinin çok güçlü olduğu Osmanlı Devletin de klasik dönem boyunca devlet – kul ilişkilerinin düzenlenmesinde rol oynamıştır. Geçmişten bu yana günümüzde de etkinliğini sürdüren çeşitli eğlenceler düzenlenmeye devam etmektedir
Osmanlı Devleti'nde Günbaşı Ağaları hangi işi yaparlardı? ATV Kim Milyoner Olmak İster yarışma programındaki sorusunun cevabı. ATV Kim Milyoner Olmak İster yarışmasında Osmanlı Devleti'nde Günbaşı Ağaları ne iş yapar? sorusunun cevabı internet ortamında merak Devleti'nde Günbaşı Ağaları hangi işi yaparlardı?A Batan gemileri çıkarmaB Kanalizasyon tüneli açmeC Sokak köpeklerini beslemeD Sokak lambalarını söndürmeDoğru Cevap Batan gemileri çıkarmaATV Kim Milyoner Olmak ister yarışma programıDünyanın en çok seyredilen ve kazandıran yarışma programı atv ekranlarında devam ediyor! Yarışmada toplam 12 soru yer alıyor. Bu on iki soruyu yanıtlamak için size 4 joker hakkı sunuluyor. Ayrıca 2 barajınız var. Baraj sorularını doğru yanıtladığınızda o ana kadar kazandığınız ödül her halukarda sizin oluyor. 12. soruyu da doğru yanıtlarsanız kazanacağınız ödül tam 1 Milyon TL. Milyoner olmak için son kararınızı vermeye hazır olanlar bu yarışmada boy gösterecekler. 20 TL DEĞERİNDE BİLYONPUAN'I HEMEN AL! ATVKim Milyoner Olmak ister
osmanlıda gün başı ağaları ne iş yapar